First Chapter of Gölgeler Dünyası
(1. BÖLÜM)
ISTANBUL DAYS
ISTANBUL NIGHTS
Sample Chapter
of Forthcoming Books
BİR
Trafik her zamanki gibi berbattı, Ali İstanbul trafiğine alışık olmasına rağmen bu duruma lanet okumadan edemedi. Bu onun trafikle baş etme yöntemiydi, diğer günler yaptığı gibi bugün de aynı şekilde tepki verdi: “Hay senin gibi trafiğin Allah belasını versin, nefret ediyorum, Allah kahretsin!” Önüne ya da yanına kıran şoförlere defalarca küfürler mırıldanarak yoluna devam etti. Bugün altında Ford vardı, keşke Opel’i alsaydım, diye düşündü, böylece bir şeritten diğerine ondan da bir ötekine daha hızlı geçebilirdi. Ama Opel Bursa’daki Fatih’teydi, bu yüzden Ford ile Volvo arasında bir seçim yapmak zorunda kalmıştı, Volvo’yu da bugün ısrarla Atilla istemişti. Şansıma bak, diye düşündü, şu arabayla dört kez köprüyü geçmek zorunda kaldım. Her neyse, diyerek iç geçirdi. Ne kadar zordu hayat! Yapacak bir şey yok. En azından lokantaya ulaştığında güzel bir yemek yiyecekti.
Âkif’in restoranında onu ne gibi bir yaramazlığın beklediğini merak ediyordu. Ağabeyi ona her zaman iş getirirdi, ama bunların hepsi de sevdiği işler olmayabiliyordu. Genellikle aldığı hizmetin karşılığını ödeyen müşterilerle çalışırdı, fakat onların dışında, Âkif’in deyimiyle, özel indirime tabi olan arkadaşların arkadaşları ya da ahbapların ahbapları vardı. Tabii ki, bazen Âkif, Ali’nin önüne hayır işleri de sürerdi. Böyle işler genellikle, karmaşık bir olaya bulaşmış ve özel bir çözüm bekleyen kişiler içindi. Ali biliyordu ki bu tür işlere bir şekilde yabancılar da dâhil oluyordu. Âkif, yüzüne yayılan ince bir tebessüm ve gözlerindeki o belli belirsiz ışıltıyla, “kardeş” derdi, “memleketimize gelmiş şu zavallı yabancılara yardım etmeyecek miyiz? Osmanlı’nın torunlarına bu yakışır mı?”
İşte bu yüzden Âkif ne zaman Ali’yi boş bir gününde aile lokantalarına uğraması için arasa Ali’nin içinde bir şüphe uyanırdı. Bu, olağan bir akşam yemeği davetinden ya da annesi, kardeşleri, yengeleri ve yeğenleri ile beraber olduğu Pazar akşamı yemeklerinden farklı bir şeydi. Evet, bu seferki Âkif’in kendisiyle tanıştırmak istediği biriyle yiyeceği bir öğle yemeğiydi, Ali’nin fikrine ve yardımına ihtiyaç duyan “zora düşmüş” biri… Bu her zaman yaptığım şey değil mi zaten, diye düşündü. İnsanlara yardım etmek, ihtiyacı olana elimi uzatmak ya da onlara el uzatacak birilerine ulaşmak. Bu yardım gümrükten mal çekmek için zorlu ve karmaşık bir pazarlığa girişmek, bir yabancıya çalışma izni almak ya da bir tanıdığın oğluna veya kızına yurtdışında okuyabilmesi için öğrenci vizesi almak olabildiği gibi kaçak işçilere iş bulmak, kayıp kocaları ya da kız çocuklarını aramak da olabiliyordu. Evet, bu onun işiydi ve işini iyi yapıyordu. Bu yüzden Âkif’in onu arayıp birisiyle tanışmak için restorana uğramasını rica etmesi çok doğaldı. “Kadının yardımına ihtiyacı var”, demişti, Ali kardeşinin bir kez daha yolunu kaybetmiş birine yardımcı olmaya çalıştığını düşündü.
Normal şartlar altında yaklaşık yirmi dakika sürecek on kilometrelik yolu bir saatte aldıktan sonra arabayı restoranın önündeki küçük alana park edip esneme hareketleri yapınca Ali biraz rahatladığını hissetti. Amcası Murat restoranın girişinde dikilmiş sigara içiyordu. Ali’yi görünce gülümseyerek başını yana eğdi ve kollarını açarak yeğenini kucakladı. Sarıldılar, yanaklarını öpüp hafifçe birbirlerinin sırtına vurdular. “Ali” dedi Murat “İyi gördüm seni, çakı gibisin!”
“Her zaman öyle değil miyim?”
“Evet, tabii,” dedi Murat “öyle olmadığın zamanlar hariç.”
“Senin kuru fasulyeni yedikten sonra da çakı gibi olacak mıyım bakalım?”
“O, Tanrı’nın en büyük nimeti, karım bile daha güzelini pişiremez”.
“Bugünkünü o pişirmedi mi?”
“Bugün sıra Zeynep’teydi,” diyerek gülümsedi Murat, “ama ikisi mutfakta kardeş gibiler. Birinin bıraktığı yerden diğeri devam ediyor.”
“Hmm” Ali başını salladı. “Ağzım sulanmaya başladı bile.”
Murat sigarasından son bir nefes daha çekti ve izmariti yola fırlattı. Elini yeğeninin omzuna atarak onunla beraber restorana girdi. İçeri girdiklerinde Âkif tezgâha dayanmış cep telefonuyla konuşuyordu. O da Murat gibi spor bir ceket giymişti, gömleğinin en üst düğmesi açıktı ve kravat takmamıştı. Türk kası diyerek övündüğü göbeği, kemerinin üstünden aşağı sarkıyordu. Kardeşini görünce, kahverengi gözleri ışıl ışıl oldu, çabucak telefonu kapattı.
İki yandan koluna giren kardeşi ve amcasının eşliğinde savaştan dönen bir gazi edasıyla yemek yenilen ana salona girdi. Ali’ye göre tek eksik trampetler, davullar ve zilleriyle bir askeri bandoydu. Restoranın arka kısmındaki koltuk takımına doğru yürüdüler. Restorana ve Ali’ye ara sıra iş getiren avukat Serkan Erkaya yanında çarpıcı güzellikte Asyalı bir kadınla oturuyordu. Serkan’ı görünce Ali’nin içi rahatladı çünkü onun getirdiği müşteriler ne olursa olsun ödeme yapıyordu.
Hepsi başını ona doğru çevirdi ve Ali kadının güzelliğinden gözlerini alamadı. Kadın güzelliğini sadece tek bir şeye borçlu değildi. Gözleri, dudakları, burnunun şekli, saçlarının ışıkta parlıyor gibi görünmesi, hayır, bunlar tek başına bir şey ifade etmiyordu; ama hepsinin bir arada oluşturduğu etki insanın nefesini kesen cinstendi. Sanki gerçek olamayacak kadar güzeldi, ama gerçekti işte, bu restoranda, bu masada Serkan’ın yanında oturuyordu. Diğerlerinin aslında ne kadar kusurlu olduklarını fark etmelerine neden oluyor, hepsinde gece yarısı karanlık bir odada onun ismini fısıldama arzusu uyandırıyordu. Ali kendini tutmak istemesine rağmen kadının etkisi altına girdiğini hissediyordu. İşinin gerektirdiği kayıtsız duruşu yeniden kazanmak için çok çabalaması gerekti. Artık kadının sadece daha fazla çay içmek isteyip istemediğini değil kendisinden ne istediğini de duymak için sabırsızlanıyordu.
“Evet, lütfen,” dedi Lily Chen. Çok düzgün bir aksanla İngilizce konuşuyordu. Ya da en azından Ali’nin uzun süredir Türkçe’den başka bir dil duymayan kulağına öyle geldi.
Murat çayları getirmek için giderken hepsi arkasına yaslandı ve Serkan konuşmaya başladı. Ali’ye bakarak, “Yardımına ihtiyacı var,” dedi. “İstanbul’da bir yakınını kaybetmiş.”
“Nasıl kaybetmiş?” diye sordu Ali. “Kaybolan kişi turist mi?”
“Hayır, çalışmaya gelmiş”.
“Nasıl bir işte? Ne zaman gelmiş?”
Serkan Lily Chen’e döndü ve Ali’nin sorularını İngilizceye çevirdi. Lily Chen bir anlığına düşünceye daldı, daha sonra bakışlarını Ali’ye çevirerek, “İngilizce konuşabilir miyim? Hiç Türkçe bilmiyorum da. Siz İngilizce biliyor musunuz?” diye sordu.
“Biraz” dedi Ali.
“O zaman bir sorun olmaz?”
“Evet,” diyerek başıyla onayladı. “Anlaşmamıza yetecek kadar biliyorum. Anlatın lütfen.”
“Yaklaşık bir ay önce turistik bir yerde çalışmak için buraya geldi. Çin ile iş bağlantısı olan bir otelde çalışacaktı. En azından bana söylediği buydu. Ama buraya geldikten sonra ondan hiç haber alamadım. Başlarda pek endişe etmedim, kalacak yer bulmakla meşgul olduğunu ve telefonunun olmadığını düşündüm. Fakat sonra çalışacağını söylediği oteli aradığımda öyle birini tanımadıklarını ve neden bahsettiğimi anlamadıklarını söylediler. Oteldekiler Çin ile iş yapmıyorlarmış ve onlara aracılık ettiğini söylediğim kişinin adını da hiç duymamışlar. İşte o zaman paniğe kapıldım ve atladığım gibi İstanbul’a geldim.”
Ali hiçbir tepki vermeden dinledi. Çok sık duyduğu bir hikâyeydi bu, tek fark kaybolanların genellikle Rus kızlar olmasıydı. Böyle bir işe bulaşmak istemezdi, bu tezgâhı kuranlar genelde ulaşılması zor insanlardı, ulaşıldıklarında ise karşılarındakine gerçekten acımasız davranabiliyorlardı. Kayıp kızlara gelince, onlar da asla bulunamazdı, oldu ki bulundular, artık onlara sahip olan insanlardan uzaklaşmalarını sağlamak o kadar kolay olmazdı. Ayrıca, bir ay, böyle bir durum için uzun sayılabilecek bir süreydi; Ali’ye göre Chen’in bahsettiği kişinin izi muhtemelen havaalanında kaybedilmişti. Ancak kadındaki güzellik ve masumiyet Ali’yi derinden etkiledi ve henüz ağzından bir kelime çıkmamasına da bu işi alacağını, durum ne kadar ümitsiz görünürse görünsün ona yardımcı olmak için elinden gelenin en iyisini yapacağını biliyordu. Her zaman yaptığı şey bu değil miydi: çaresiz insanlara umut vermek. Büyük şehirde yaşayan bir adam için bazen niteliğini anlamakta zorluk çektiği sıradan bir uğraş...
“Peki ya kaybolan kişi?” diye sordu Ali, “Sizin neyiniz oluyor?”
“Kız kardeşim,” dedi Lily Chen. “Kendisi benden küçüktür.”
İşte bu çok önemliydi. Ortada bir aile vardı. Ali, bunun ne kadar önemli olduğunu biliyordu.
“Ona yardım edecek misin?” diye sordu Serkan.
“Parayı sorun etmeyin” dedi Lily Chen. “O benim kardeşim. Onu tekrar yanımda görmek istiyorum.”
Ali başını salladı, “Para işini Serkan konuşacak. Benim kardeşinizin resmine ve aracı olan adam hakkında bilgiye ihtiyacım var. Bu konuda herhangi bir şey hatırlıyor musunuz?”
İşte her şey, Lily Chen’in kardeşinin peşine düşmesi, ölümler, belalar ve hepsinin hayatını değiştirecek türlü olaylar böyle başlamıştı, burada, kardeşinin mekânında…
Serkan ile Lily Chen otellerine dönmek için restorandan ayrılınca Ali köşedeki masada Chen’in kız kardeşi Sherry’nin fotoğrafını incelemeye koyuldu.
“Çok güzel,” dedi Arif, Ali’nin omzundan fotoğrafa bakıyordu. “Ablası kadar olmasa da yine de çok güzel bir kız.”
Ali başıyla onayladı, bir süre daha baktıktan sonra resmi masaya bırakıp çayını yudumladı. Bir umutla hayallerinin peşinden İstanbul gibi büyükşehirlere gelip kandırılan, kullanılan ve piyasada bir kumaş parçası gibi satılan kızları düşündü. Morali bozulmuştu, kendisini uzun zamandır hissetmediği kadar üzgün hissetti, bu sabah uyandığında duyduğu hoşnutsuzluk daha da büyümüştü.
“Rum’u görmelisin,” dedi Âkif. “Onun uzanamadığı yer yoktur. Belki yardımı dokunur.” Rum’un adının anılmasıyla Ali’nin yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. Rum aslen Rum değildi, en azından sadece Rum değildi, damarlarında Yunan kanı dolaşıyordu belki, ama büyük oranla Türktü, biraz da Rus. Lâkin herkes onu Rum diye çağırırdı. Ali’nin babasının en yakın arkadaşlarından biriydi, belki de en yakını. Onu, en çok Karadeniz’de geçirdiği çocukluk yıllarından, Rize’deki çay tarlalarındaki haliyle hatırlıyordu. Yazın hasat zamanı onlara yardım eder, daha sonra Ali’nin babasıyla sundurmadaki gölgelik yere masayı kurar ve sabahın ilk ışıklarına kadar rakı içerdi. Birkaç saat uyuyup kalkar, tekrar tarlanın yolunu tutarlardı. O zamanlar henüz babası hastalığa yakalanmamıştı, kardeşleri ve kendisi üniversite okumak için İstanbul’a gelmemişti, ölümün kara yüzünü göstermediği ve paranın sorun olmadığı zamanlardı. Sonradan ne zaman sıkışsalar yanlarında hep Rum vardı; onlara borç verir, iş bulur, bağlantı kurmalarını sağlar, onları doğru kişilere yönlendirirdi. Aralarında herhangi bir kan bağı olmamasına rağmen, Rum onlara bir amcaydı; şimdi Ali hayatını başkalarına yardım ederek kazanırken bile başı sıkıştığında yardımına koşan kişi Rum’du. Evet, onun uzanamayacağı yer yoktu, herkesi tanırdı.
“Evet” diyerek onayladı Ali. “Belki de yardımcı olur”.
Rum’un evi Beykoz’un Boğaz’a bakan tepelerinden birindeydi. Kapısından girince sokağa bakan ön kapıya ulaşmak için küçük bir bahçeden geçmek gerekiyordu. Ortalık sakindi, Rum’un evinden hiç ses yükselmiyordu ve binanın iki tarafındaki komşular da çok uzun bir tatile çıkmış gibiydiler. Ali buraya geldiği onca yıl boyunca etrafta sadece birisini görmüştü, o da iki kez. Bu yün pantolonlu başı fesli yaşlı adamın orada yaşayan birisi değil de temizlikçi olduğunu düşünmüştü. Rum’un evi üç katlıydı. Birinci katta olduğu zamanlar mutfaktan sebze yetiştirdiği küçük bahçesini, ya ekmek pişiren ya da yemek hazırlayan İrina’yı izlerdi. Böyle zamanlarda içine derin bir huzur dolardı. Bazen de çalışma odasında olur, nargilesiyle çayını içerken tarih kitapları veya çok sevdiği Nazım’ı okurdu. Birisi gündüz vakti geldiğinde onu mutlaka evinde bulurdu, şimdi de evdeydi.
Rum evdeyken İrina da genellikle evde olurdu. Rum’dan otuz yaş kadar küçüktü, otuz dört yaşındaki Ali’nin yaşına yakındı ve tipik bir Rus güzeliydi: uzun ve biçimli bacakları, ince beli, küçük göğüsleri ve keskin yüz hatlarıyla bir balerine benziyordu. Saçı şimdi sarıydı, aradan siyah teller seçilebiliyordu. Ancak bu saç zamanında siyah, kumral, kızıl ve hatta gümüş rengine boyanmıştı. Yani saçı da tıpkı geçmişi gibi değişkendi; Ali onun geçmişi hakkında çok az şey biliyor olmasına rağmen bu konuda soru sormaması gerektiğini biliyordu. Daha fazla ayrıntı beraber geçirdikleri on-on iki yıl boyunca kendiliğinden ortaya çıkmıştı; Ali ise bilmesi gerektiği kadarını öğrenmişti. Kesin olan tek şey Rum’un İrina ile kendisi Amerika’da tanışmış olduğuydu. O zamanlar İrina belasıyla nam salmış Rus gangsterler için sokaklarda çalışıyordu ve nasıl olduysa onu ellerinden Rum kurtarmıştı. Rum ile İrina’nın nasıl tanıştığı hakkında ise çeşitli söylentiler vardı. Kimilerine göre Rum İrina’nın devamlı müşterisiydi, İrina’nın patronlarıyla iş yapıyordu, kimilerine göre o bir kurtarıcıydı, onu satın almıştı. İrina’nın sahibiyle eski usul bir düelloya girip onu öldürdüğünü söyleyenler de vardı, Rum’un İrina’yı pokerde kazandığını söyleyenler de. Daha sürüyle benzeri hikâye... Ali bunlardan hangisinin doğru olduğunu bilmiyordu, eğer Âkif biliyorduysa bile bunu Ali’ye hiçbir zaman söylememişti. Ama her ne olursa olsun gerçek olan bir şey vardı ki o da İrina’nın Rum’a büyük bir sevgiyle bağlanmış olmasıydı. Rum ise bunun karşılığında ona herhangi bir kısıtlama getirmeyecek kadar akıllıydı, onun hayatında yer alması içten içe onu mutlu ediyordu.
Bu yüzden zili çaldığında kapının diğer tarafında siyah gölgeli sarı saçlarıyla İrina’nın belirmesi Ali için bir sürpriz olmadı. Üzerinde Rum’a ait eski bir gömlek vardı, muhtemelen içine başka bir şey de giymemişti, ancak Ali bundan emin olma cüretini gösterecek değildi. İrina gülümsemiyordu ama kaşları da çatık değildi, sadece o durgun ifadeli güzel Rus yüzüyle Ali’ye baktı ve içeri girmesi için kapıyı iyice açtı. Ali başıyla selam verdi. İrina Ali’ye holü işaret etti, Rum çalışma odasında eski bir seramik bardaktan çayını yudumluyor, çok sevdiği sallanan sandalyesinde Romalı Plinius’un doğa üzerine yazdığı ansiklopedik kitabı okuyordu.
“Ooo, Ali,” diyerek yerinden yavaşta kalktı Rum.
Ali, “Amcacığım,” dedi, yaşlı adama sarıldı ve yanaklarından öptü.
Odadaki diğer sandalyeyi göstererek, “Otur bakalım şöyle,” dedi Rum. “Çay içer misin?”
“Sağ ol, iyi olur” dedikten sonra kapıda duran İrina’nın hareketlendiğini fark etti.
“Kardeşlerin nasıl?”
“İyiler amca. Hepsinin selamı var.”
İrina çayı getirene kadar bir iki dakika daha havadan sudan konuştular; İrina çayları bırakıp evin derinliklerinde kaybolunca Rum yüzünde iki derin çukura gömülü kahverengi gözlerini uzun süre önce ölmüş en iyi arkadaşının en küçük oğluna çevirdi: “İşlerin ne âlemde peki, her şey yolunda mı?”
“Evet,” dedi Ali, “her zaman yardıma ihtiyacı olan insanlar çıkıyor.”
“Hizmet vermek,” Rum gülümseyerek cümlesini tamamladı, “yüce bir iştir”.
“Evet, ama biliyorsun bazen yapmam istenen işte benim de yardıma ihtiyaç duyduğum oluyor.”
“Mesela?”
“Bizim sokaklarda kaybolmuş ya da başka bir ülkenin sokaklarında satılmak için bizim buralardan geçmek zorunda kalmış bir kızı bulmaya çalışmak gibi.”
Rum, “Hmm,” diye iç geçirerek düşünceli gözlerle Ali’nin omzunun üzerinden bir noktaya daldı ve geçmişte kalmış ve paylaşmak istemeyeceği bir anıyı hatırladı.
Ali sonunda, “Yardıma ihtiyacım var amca,” diyebildi. “Sen çok insan tanıyorsun, şehrimizin adını lekeleyenler de dâhil buna.”
Rum başını sallamakla yetindi, sandalyesinin yanındaki masaya uzanarak piposunu aldı. Ali, Rum’un piponun içindeki tütünü dikkatlice kül tablasına boşaltmasını, içine yeni tütün koymasını, kibrit yakmasını ve dumanı üfledikten sonra sallanan sandalyesine yavaşça yerleşmesini seyretti. Ali’ye bakarak, “Kız Rus mu?” diye sordu.
“Hayır, Çinli.”
“Çinli mi?” diye sordu Rum. “Ruslar mı getirmiş buraya?”
“Hayır, Çinliler getirmiş.”
“Çinliler tarafından getirilen Çinli bir kız?” Rum’un kafası karışmıştı, iç çekti. “Bizim sokaklarımızda çalışan Çinli bir çete tanımıyorum.” Biraz düşündü. “Belki de Suudi Arabistan’a gidiyordu. Araplar Uzak Doğulu sever.”
“Olabilir” dedi Ali. “Ama ona tam olarak ne olduğunu bulmam gerek, becerebilirsem tabii.”
“Bu bir tanıdık için mi? Yoksa iş mi?”
“Âkif rica etti,” dedi Ali. “İşin içinde Serkan da var.”
“Serkan?” Rum düşünceli gözlerle biraz sessiz kaldı. “Sen hâlâ onunla iş yapıyor musun?”
“Üniversiteden arkadaşım ne de olsa, eski dostlarını hiç unutmaz.”
Rum omuzlarını silkti. “Tamam, eğer yardımcı oluyorsa…”
“Bize iş getiriyor sonuçta.”
“Hmm...” Rum başka bir şey söylemeden piposunu içmeye devam etti. Bu arada Ali aşina olduğu odaya göz gezdirdi. Bakışları kitap raflarından, köşedeki dünya küresine, üst üste yığılı atlaslardan, yirmi altı ciltlik Oxford sözlüğüne, oradan da kardeşlerinin, babasının, annesinin, İrina’nın ve kendisinin fotoğraflarına kaydı. Kendine ait fotoğraf gençlik yıllarında çekilmişti; Karadeniz’de kuzeni Fatih ile bir kayığın üzerinde ayakta poz vermişlerdi. Annesinin ve babasının olduğu fotoğraflar Rize’deki çay tarlasında çekilmişti hep; babasının son günlerini geçirdiği İstanbul’da hiç fotoğrafları yoktu. Ali, geçmişinin şimdiyle iç içe geçtiği bu odada, bu yaşlı adamla beraber olmaktan huzur duyuyordu; tütünün dumanı bile tanıdıktı, gençliğinde duyduğu mutfaktan yükselen güzel yemek kokularına benziyordu. Şimdi gözlerini kapasa babasının Rum ile tıpkı eski günlerdeki gibi şakalaşan sesini duyabilirdi sanki. Bu onu biraz üzdü ama mutsuz etmedi, böyle bir tezat bir Türk’ten başka kimde görülebilirdi ki zaten?
“Kızın resmi var mı sende?” diye sordu Rum.
“Evet,” diyerek resmi uzattı.
Rum resmi geri vermeden önce bir süre inceledi. “Başka bir tane daha var mı?”
“Sende kalsın amca.” dedi Ali, “Ben kendime çoğalttım.”
“Hmm,” Rum resme son bir kez daha baktı ve kitabının arasına koydu. “Çok gençmiş,” dedi “ve de çok güzel. Bakire mi?”
“Sormadım.”
“İlk yıl hepsi bakiredir, daha sonra kaybederler.” Bir kez daha iç geçirdi. “Bir sorup soruşturacağım ama buralarda hiç Çinli tanımıyorum.”
“Sağ ol amcacığım.”
“Yemeğe kalsana. İrina hamsi yapıyor.”
“Çok isterdim amca ama daha yapacak çok işim var.”
“Kadın da var mı o işlerin içinde?” Rum gülümsüyordu. “Artık evlenecek yaşa geldin. Bak bütün kardeşlerin evli.”
Ali’nin yüzü hafifçe kızardı ve güldü. “Bakarsın evlenirim,” dedi. “Hiç belli olmaz.”
Her zamanki gibi sarılıp öpüştükten sonra Ali evden ayrıldı.
Ali düşüncelere dalmış bir şekilde yola koyulduktan sonra Rum uzunca bir süre sandalyesinde oturdu. İrina sessizce gelip arkasında durdu, yumuşak dokunuşlarla omzuna ve boynuna masaj yaptı. Hiçbir şey söylemedi, çünkü söylenecek bir şey yoktu. Birileri iyilik beklerdi, onlara iyilik yapılırdı ve her ne olursa olsun risk alınır zorluklara göğüs gerilirdi. Bunları biliyordu; kimsenin ona söylemesine gerek yoktu. Ali ve kardeşleri akrabası değildi ama Rum’un ailesindendiler. Rum ise İrina’nın ailem diye bildiği tek kişiydi; o yüzden onun hissettiği bütün vefa duygusunu ve zorunlulukları kendisi de hissediyordu. Elinden gelenin en iyisini yaparak Rum’un vücudundaki gerginliği aldı; buna karanlık çöküp de odadaki tek ışık Rum’un piposundaki tütünden gelene kadar devam etti.
İKİ
Ali'nin kadınlarla sorunu vardı. Daha doğrusu kafasını sürekli meşgul eden şey bir gün evlenebileceğini düşündüğü o kadındı. Rum'un evinden ayrılır ayrılmaz İstanbul'un o berbat trafiğinde sıkışıp kalmayı göze alarak o kadınla buluşmak için Büyük Çamlıca'daki çay bahçesine doğru yola koyuldu. Normal şartlarda oraya on dakikada varabilirdi, ancak iş çıkış saatine denk geldiği için randevuya bir saat gecikti. Neyse ki buluşacağı kadın da ona mesaj atarak geç kalacağını bildirmişti.
Ali Büyük Çamlıca tepesinin girişinde çok sevdiği Çömlek Taşfırında Kurufasülye lokantasının önüne geldiğinde bir aracın park yerini boşalttığını gördü ve kendisini şanslı hissetti. Burası kuru fasulyesiyle ünlüydü ve tüm Karadenizliler gibi Ali de kuru fasulyeye bayılırdı. Böylesine güzel bir ekim akşamında tepedeki park alanları dolu olacağından Ali hiç düşünmeden arabayı dükkânın önüne park etti ve yokuşu tırmanmaya başladı. Şeyda'nın gelmesi için daha yarım saat kadar beklemesi gerektiğini düşündü. Ama bunu dert etmedi, kendisini burada hep mutlu hissederdi, tepenin ilham veren bir manzarası vardı; hatta buradayken trafik derdini bile unutur, bu şehre yeniden âşık olurdu.
Aşağıda uzayıp giden şehrin ışıklarını yirmi dakika kadar huzur içinde seyrettikten sonra çay bahçesine gitti, bir masaya oturup çay söyleyerek Şeyda'yı beklemeye başladı. İkinci bardağını bitirmişti ki Şeyda nefes nefese ve rüzgârdan saçları dağılmış bir şekilde karşısındaydı.
Şeyda oturur oturmaz yüzünde yorgun bir gülümsemeyle çantasından fırçasını çıkardı ve saçlarını fırçalarken, “Kusura bakma biraz geciktim,” dedi. “Hep trafik yüzünden.”
Zaten bu şehirde okula, işe, iş görüşmesine, doktor randevusuna, öğle ya da akşam yemeğine hatta kendi cenazelerine bile geç kalan herkesin ortak bahanesi trafik sıkışıklığıydı. Evet trafik. Ancak Ali, Şeyda'nın yavaşça ve zarafetle paltosunu çıkarışını izlerken bu trafik yüzünden onu ne kadar çok beklemiş olduğuna aldırmadı, onun o güzel yüzünü görmek her şeyi katlanır kılıyordu.
Ali'ye göre Şeyda tam bir Türk güzeliydi. Onun gizemli, kapkara gözleri Ali'nin içini titretiyordu. Bu gözler yanıp kavrulan bir aşığa kayıtsızca bakabilir ya da bir ateş parçası olup insanı kendine delice âşık edebilirdi. İşte bu gözler, ara sıra gülen ara sıra somurtan dolgun dudaklar ve yüzünü kusursuzca çevreleyen kömür karası saçlar Ali'yi esir almıştı. Onu sevdiğini biliyordu ama Şeyda'nın kendisini aynı şekilde sevdiğinden emin değildi. Duyguları hakkında açık açık konuşmamışlardı, belki de bunun için henüz erkendi. Buna rağmen Ali biliyordu ki Şeyda tüm Türk kadınları gibi, Amerika'dakilerin aksine, biriyle olmaya karar verdiyse gözü başkalarını görmezdi. Evet, beraberdiler ama bunun kalıcı bir birlikteliğe dönüşüp dönüşmeyeceğinden hiç emin değildi. Kendisi bunu ne kadar istiyor, ondan da emin değildi.
Çay içmeye ve beraberinde gelen kurabiyeleri yemeye devam ettiler. O arada Şeyda gününün nasıl geçtiğini anlatıyordu. Yeditepe Üniversitesi'nde verdiği pazarlama dersini, öğrencilerini, yemekhanedeki yemeği, İstanbul Üniversitesi'nde bitirmek üzere olduğu doktora tezinin son halini ve gelecek yıl vermeyi düşündüğü dersleri anlatırken Ali'nin kulakları onun günlük hayatının ayrıntılarıyla doldu ve Ali onunla arasında herhangi bir ortak nokta olup olmadığını bir kez daha sorguladı. Ancak yine de o an oradan başka bir yerde olmak istemezdi; kendisini Şeyda'nın sesinin müziğine kaptırmıştı.
Şeyda o derin, kara gözlerini Ali'ninkilere dikerek “Kusura bakma, çenem düştü. Sıkmadım ya seni,” diye sordu.
“Hayır”, dedi Ali, kafasını sallayarak gülümsedi. “Söylediklerin ilgimi çekiyor,” diye yalan söyledi. Asıl demek istediği şey ise daha başkaydı; “söylediklerinden çok senin onları burada bana söylüyor olman hoşuma gidiyor.” Ama nedense bunu ona bu şekilde söyleyemeyeceğini düşündü, bunu dese sanki yanlış bir şey yapmış olacaktı. Onun yerine kaçmayı tercih etti.
Şeyda, “Anlattıklarımla hiç ilgileniyormuş gibi görünmüyorsun,” dedi, gözlerindeki ifadeyi okumak neredeyse imkânsızdı. “Yine, hiçbir ortak yanımız olmadığını düşünüyorsun, değil mi?”
“Hayır.” Yine yalan söylüyordu. “Sadece seni dikkatle dinliyorum, o kadar.”
Şeyda tekrar gülmeye başladı, bu narin gülüşte Ali'yi cezbeden bir şey vardı. “Sen büyük bir yalancısın, ama umurumda değil, bunu benim gururumu okşamak için yaptığını biliyorum.”
“Gururunun okşanması hoşuna gidiyor yani?”
“Kimin gitmez ki?” Yine gülüyordu. O narin gülüşü bu sefer parfümünün kokusu gibi havada dolaşmaya başlamıştı. “Kabul etmeliyim ki bu konuda çok iyisin,” dedi. “Bu işinde kullandığın bir teknik mi? Müşterilerinin gururunu okşayarak onların seni dinlemesini sağlamak?”
“Hesapçı bir insan olduğumu düşünüyorsun.”
“Hayır, zeki olduğunu düşünüyorum.” Gülmeye devam etti. “Zeki değil misin yoksa?”
Bu sefer Ali gülerek, “Herhalde seni ikna edecek kadar zekiyimdir,” dedi. “Akıllıca, değil mi?”
“Öyle, ama dediğim gibi, sadece gururumu okşamak için bunu yapıyorsun.” Masanın diğer ucundaki Ali'nin eline dokundu ve gülüşüne şimdi baştan çıkarıcı bir hava yerleşti. “Ama beni kendine bağlamayı becerdin, biliyorsun değil mi?”
“Öyle mi oldu?”
“Öyle olmasa bu akşam burada seninle olur muydum?”
Bunun üstüne Ali düşünmeye başladı. Bu ilişki düşündüğünden farklı bir şekilde gelişmişti, bunun böyle olmasını pek ümit etmiyordu açıkçası çünkü ne yapmak istediğinden kendisi bile emin değildi. Ondan etkileniyordu, bunu inkâr edemezdi, her zaman yanında olmasını da istiyordu fakat tam olarak ne yapmak istediğinden kendisi de emin değildi ki. Amerika'dan döndükten sonra beraber olduğu kadınlardan farklıydı Şeyda; eski sevgilileriyle mutsuzken bunun Amerika'da uzun süre kalmış olmaktan ve oradaki hayat tarzına çok alışmaktan kaynaklandığını düşünürdü. Ama Şeyda da İngiltere'de okumuş ve orada Amerikalı bir erkek arkadaşı olmuştu. Bu nedense Ali'yi rahatsız ediyordu. Ona rahatsızlık veren bir diğer şey de Şeyda'nın bazen çok bağımsız bazense tam bir küçük kız çocuğu gibi davranmasıydı. Kadınları anlamakta her zaman zorluk çekeceğini, onların sürekli kendisinin kafasını karıştıracağını düşündü. Ancak duygular eğer hakikiyse, Şeyda'yı gerçekten seviyorsa, sonunda herhangi bir ikilemde kalmayacaktı. Onun gözlerinin içine baktığı anlarda hislerinin gerçekliğinden tamamen emin oluyordu.
Şeyda acıktığını söyleyerek konuyu değiştirdi. “Ama burada yemeyelim,” diye ekledi. “Nerede yemek istediğini biliyorum.” Tabii ki de biliyordu, bu durum Ali'yi hem memnun hem de tedirgin etti çünkü belki de Şeyda ile evlenme fikrini ciddi olarak düşünmeliydi. Yaşı gelmiş olsa da evlilik düşüncesi onu gergin bir hale sokuyordu. Ve bunu kabul etmeye pek yanaşmıyordu.
Fasulyelerini ve turşularını bitirmek üzereyken Şeyda, “İnsanlar bana senin ne iş yaptığını sorup duruyorlar ve ne diyeceğimi bilmiyorum. Ne demeliyim”?”
“Onlara, sosyal hizmet işinde olduğumu, insanların sorunlarını çözmeye yardım ettiğimi söyle.” Bunun pek de yanlış bir tarif olmadığını aklından geçirdi.
“Yaptığın iş bu mu yani? İnsanlara yardım etmek?”
“Evet,” diyerek başını salladı.
“Şu aralar kimlere yardım ediyorsun peki?”
“Mesela kuzenim şu an Bursa'da bir şirkete kimyasal atıklarını imha etmek için gerekli olan izinleri alabilmeleri için yardımcı oluyor.”
“Kuzenin?”
“Evet. Kuzenimle beraber çalışıyoruz. Aslında ben de gidebilirdim ama en az bir ay sürecek bir iş, İstanbul'dan o kadar süre uzak kalamam.” Güldü. “Özlem duyarım.”
Şeyda'nın yüzünde utangaç bir gülümse belirdi ve “Özlem duyacağın şeylerin arasında ben de var mıyım?”dedi.
“Sence?”
Şeyda yine gülümsüyordu. Ali bu tür takılmalardan ve sevgi gösterilerinden pek hoşlanmasa da Bursa'ya gitmemesinde onun İstanbul'da olmasının payı büyüktü.
“Peki bu aralar yardım ettiğin birileri var mı?”
“Yurt dışında okumak isteyen bazı öğrenciler.” O an aklına Lily Chen geldi. “Bir de kayıp bir Çinli kızı bulmam isteniyor.”
“Burada, İstanbul'da mı?
“Belki,” diyerek iç geçirdi Ali.
“Burada pek Çinli yoktur. İşin zor olmasa gerek.”
Ali, “İnşallah değildir,” diye cevap verdi. Ancak eğer Rum kendisine yardım ederse işinin Allah'a kalmayacağını düşündü.
Daha sonra eve gittiğinde, koridorun diğer ucundaki odada uyuyan annesini uyandırmamak için elinden geldiğince sessiz hareket etmeye çalıştı. Sürekli farklı bir eve çıkmayı düşünüyordu, ancak bekârken bunun yapmanın pek uygun kaçmayacağını düşünerek kendisini annesiyle kalmaya ikna ediyordu. Ayrıca düzenli olarak kıyafetlerinin yıkanması, gömleklerinin ütülenmesi ve yemeğinin pişirilmesi vazgeçmek istemediği bir rahatlıktı. Tabii ki Amerika'da sürdüğü özgür yaşam tarzını özlemiyor değildi ama annesi onun işine pek karışmadığından ve eve geliş saatlerinin düzensizliğinden şikâyet etmediğinden onunla yaşamak o kadar da kısıtlayıcı değildi. Annesini üzen tek şey özene bezene hazırladığı yemekleri Ali'nin kaçırmasıydı, bir de arada gelen tuhaf telefonlar vardı. Fakat diğer oğulları onu teskin etmeye çalışıyordu, Ali'nin artık bu düzensiz hayata alıştığını ve kesinlikle yasa dışı ya da ahlaksız işler yapmadığını söylüyorlardı. Yani Ali'nin hayatı birçok açıdan iyiydi; annesi birkaç kez üstü kapalı bir şekilde onun da kardeşleri gibi evlenip bir yuva kurmasını söylemiş olsa da bu konuda Ali'ye baskı yapmadığı için evlilik konusu da aralarında sorun değildi.
Ali okuma koltuğuna oturduktan sonra işin hangi aşamada olduğunu öğrenmek için Fatih’i aramayı aklından geçirdi, sonra vazgeçti. Ne de olsa iş konusunda o da becerikliydi ve Ali'nin bildiği Fatih, o an kesin işverenler ile âlemdeydi. Tabii ki bunun karşılığını alacak olmanın da güveniyle. Ali'de olmayıp da Fatih’in çok iyi sergilediği hüner işte buydu; girdiği ortamlarda bir bayram havası yaratmak. Kardeşleri aralarındaki en ciddi kişinin Ali olduğunu düşünürlerdi. Ali kendisine kitaplardan bir dünya yaratmıştı; bazen gece boyunca arkadaşlarıyla siyaset, felsefe ya da Kuran-ı Kerim'e getirdiği yorumları tartışırdı. Onun bir devlet adamı ya da profesör olacağını düşünmüşlerdi hep; ancak Ali devlet adamı olmadan kendi bildiği şekilde kamu hizmeti vermenin yolunu bulmuştu ve bu seçimin getirdiği özgürlüğün keyfini çıkarıyordu.
Kitaplıktan Muhammed Asad'ın bir kitabını alarak okuma koltuğuna oturdu ve kitabı yeniden okumaya başladı. Derken Fatih, kardeşleri, Lily Chen, Rum ve hatta Şeyda yavaş yavaş zihninin kuytu köşelerinde kayboldu ve içini kaplayan huzurla okumasına devam etti.
ÜÇ
Rum kahvesini mutfak masasında içmek istedi. İrina pişirdiği kahvenin yanına bir bardak soğuk su koyduktan sonra rahat rahat düşünebilmesi için Rum'u yalnız bıraktı. Mantıklı olan şey önce Ruslarla konuşmaktı, ama Kürtlerle de konuşmak gerekiyordu ve bu biraz sorun yaratabilirdi. Rusları görmeye gitmek bile tek başına bela sebebiydi. Rum bu işin ne kadar karmaşık ve tehlikeli olduğunu düşündü; her sabah vücudunun da kendisine hatırlattığı gibi, böylesine bir iş için artık biraz yaşlıydı. Daha fazla soğumadan kahvesinden bir yudum aldı ve düşüncelerinden biraz uzaklaşmak istedi. Sabahın bu erken saatinde bu kadar zor sorularla uğraşmaktansa kafasını dağıtacak bir şeyler bulmalıydı. Böylece pusuda bekleyen tehlikeler korkutucu büyük sorunlara dönüşmeden elinde olan kısa zamanın tadını çıkarabilirdi.
Evin küçük bahçesine açılan arka kapının hemen dışında sokak kedileri beliriverdi. Rum, kedilerin boydan boya cam kapıya sürtünmelerini bir süre tepkisizce izledi. Muhtemelen yemek istiyorlardı. İrina onları beslemekte gecikmedi; ne de olsa kimsesizlere hep sıcaklık gösterirdi. Geçmişte yaşadıklarını düşününce bunda şaşılacak bir şey yoktu. Bu yüzden Rum bahçe kapısının önünde uyuklayan sokak köpekleri için hiç endişelenmiyordu; kendisine fırsat vermeden İrina'nın onlarla da ilgileneceğini biliyordu. Hele aralarından bir tanesi vardı ki bir ayağı yoktu ve bakışları her daim hüzünlüydü. İrina işte o köpeğin bahçede uyumasına bile izin veriyordu. Rum da onun için üzülüyordu, çaktırmadan ona köfte verdiğini de bir şekilde İrina'dan saklamanın yolunu bulmuştu. Köpeklerle kıyaslayınca kediler yemek konusunda daha atılgandı. Rum bir süre daha onları izledi, kafasını dağıtacak bir şey bulduğu için mutluydu. Ama tüm oyalayıcı meşgaleler gibi bu da sona erdi; Rum boşalmış kahve fincanını lavaboda suya tuttu ve ağzının içindeki telveleri yutabilmek için bir bardak su içti. Daha sonra koridordan geçerek ceketinin asılı olduğu ön kapıya gitti ve ceketini giyip tek kelime etmeden dışarı çıktı.
Bir şey söylemesine de gerek yoktu; İrina onun nereye ve neden gittiğini çok iyi biliyordu.
Ali Lily Chen ile tekrar buluşmak için kardeşinin restoranına gitti. Karşısında tek başına kendisini bekleyen Serkan'ı buldu.
Ali masaya oturur oturmaz Serkan, “Önce baş başa konuşmamızın daha doğru olacağını düşündüm,” dedi. “Lily Chen birazdan burada olur ancak o gelmeden bazı şeyleri netleştirmemiz lazım”.
Ali Serkan'ın iş yapma şekline alışıktı, bu yüzden bu sözler onu şaşırtmadı. Serkan ödeme miktarı ve planı ile ilgili detayları açıklarken sessizce onu dinledi. Elbette ki, Ali'ye her zamanki gibi cömert davranacaktı, hizmet ücreti ne kadar yüksek olsa da bugüne kadar bütün müşterileri ondan memnun kalmıştı. Serkan'ın her müşterinin ödeme gücünü tartmada ve ücretini ona göre belirlemede özel bir yeteneği vardı. Ve asla arkadaşlarına kazık atmazdı.
Söyleyecekleri bittikten sonra, “Sanırım bu makul bir rakam, değil mi?” diye sordu.
Ali başını sallayarak, “Evet,” dedi. “Her zamanki gibi.”
“Öyle de olması gerekir.” Bunu söyledikten sonra Serkan geriye doğru yaslandı. “Ben sana müşteri bulurum, sen de bana; birbirimize hep yardımcı olmuşuzdur. Arkadaşlık böyle bir şey değil mi zaten?”
Ali, “Evet,” diyerek onu onayladı.
“Kaldı ki bu yeni zengin Çinlilerde para çok. Baksana bu kadına, bizimle aynı yaşta ama biz onun yanında gariban sayılırız. Paranın lafını bile etmedi.”
“Çin'de avukatlar iyi para kazanıyor mu dersin?”
“Avukatlar bir tek Türkiye'de para kazanamıyor. Kendi adıma konuşayım, şu karşında gördüğün avukat çulsuzun teki.”
“Çok açık sözlüsün”, dedi Ali gülümseyerek.
“Her zaman böyleyimdir,” dedi Serkan. “Aslında her zaman değil ama neyse... Sana bir şey diyeyim mi, aslında biz İngilizce yerine Çince öğrenecektik. Adamlar yakında Dünyanın tozunu attıracaklar, en zengin ülke olacaklar.”
“Gerçekten mi?”
“Batı'yı sollayıp geçecekler. Biz de aklımızı kullanıp onlarla iş yapmalıyız, aracı olmalıyız.”
“Ben almayayım,” dedi Ali. “O kadar akıllı değilim.”
Serkan yine güldü. “Ben sana öğretirim aklını nasıl kullanacağını. Bir akşam kız arkadaşını al da yemeğe gel bize, onlar eşimle konuşurken ben de seni eğitirim.” Sonra Ali'ye daha yakından bakarak, “Hâlâ görüşüyor musun o kızla?” diye sordu.
“Evet,” dedi Ali.
“Evlenecek misin onunla?”
Ali omuzlarını silkti, “İnşallah,” diyerek gülümsedi.
“Sen de bizim kervana katılacaksın desene; şimdiki gibi özgür olamayacaksın ve zamanını bu kadar rahat kullanamayacaksın.” Şimdi kahkaha atıyordu. “Kadın kısmı asla buna izin vermez.” Gizli bir şey ima edercesine göz kırptı. “Şu Çinli kadın güzel ama değil mi? Eğer evli olmasaydım, bir Uzak Doğu keşfi yapmaya niyetlenirdim valla!”
“Yanlış hatırlamıyorsam, bekârken bu tür işlere hep niyetliydin sen?”
“Ah tabii ya,” diyerek iç geçirdi Serkan. “Ama Merve o yanımı törpüledi. Sen ise hala birine bağlı değilsin.” Sırıttı. “Müşterinle yakınlaşmamaya dikkat et.”
Tam o sırada, Ali Serkan'a zekice bir cevap veremeden, restoranın kapısından içeri Lily Chen girdi. Âkif ona masaya kadar eşlik etti. Ali Lily Chen'e şimdi daha dikkatli baktı. Yürümüyor neredeyse havada süzülüyordu. İnce beli, ışıl ışıl parlayan saçları, dolgun dudakları Ali'yi tam anlamıyla cezbetmişti. Hemen bu düşüncelerden uzaklaşmak istedi, sonuçta o müşterisiydi, onları bir araya getiren şey işti. Evet, durum buydu ama ortada Ali'nin inkâr edemeyeceği bir gerçek vardı; ondan çok etkilenmişti. Tam da bu yüzden yönünü kaybetmiş gibi hissediyordu.
Lily Chen masada tam Ali'nin karşısına oturduktan sonra, “Umarım, tekrar buluşmamız bir sorun yaratmamıştır,” dedi. “Bazı yeni bilgiler edindim, kardeşimin nerede olduğunu bulmana yardımcı olabilir.”
Ardından Ali'ye kardeşinin çalışmak için geldiği otelin ismini ve Çin'de yayınlanan “yurt dışında çalışacak eleman aranıyor” ilanını uzattı. İlan Çinceydi, ama Lily Chen İngilizce çevirisini Serkan'a verdi. Serkan da ilanı Ali için Türkçe'ye çevirdi.
Yardımsever bir insan mısınız?
Yeni bir dil öğrenmek konusunda yetenekli misiniz?
Yabancı bir ülkede çalışmak ister misiniz?
Tam size göre bir iş teklifimiz var.
Daha fazla bilgi için aşağıdaki adresten bize ulaşabilirsiniz.
İlanın hemen altında bir e-posta adresi vardı. Ali o adresin hiçbir işe yaramayacağının farkındaydı. Ama ilginç olan, ilanın yeterince açık bir şekilde işin şartlarını ve şu an kızın yapmaya zorlandığı işin niteliğini belirtmemesiydi. Bunu düşününce Ali'nin içini sıkıntı kapladı ve başarılı olup olamayacağı konusunda şüphe duymaya başladı.
“Belki de otele gitmelisiniz ilk önce.” Konuşan Serkan’dı. “Orada işinize yarayacak bilgiye ulaşabilirsiniz.”
“Belki de,” diye karşılık verdi Ali. “Buna pek ihtimal vermiyorum ama bir yerden başlamak lazım.”
“Eğer sakıncası yoksa,” diye araya girdi Lily Chen, “ben de size eşlik edebilir miyim?”
Ali bir kez daha ona baktı. Bakışlarında samimi bir rica vardı, hafifçe aralanmış dudakları ise şimdi sanki daha kırmızı ve daha parlaktı. “Muhtemelen oradan bir şey çıkmayacak,” diye cevap verdi Ali.
Lily Chen, “Öyle de olsa, otel odamda saatlerce hiçbir şey yapmadan haber beklemek canımı çok sıkıyor, kendimi işe yaramaz hissediyorum,” dedi. “En azından bir iş yaptığımı düşünürüm. Lütfen Bay Melek, sizinle gelmeme izin verin.”
“Ali... Bana Ali diyebilirsiniz.”
“Pekala,” diyerek gülümsedi. Gülümsemesi o kadar masumdu ki Ali buna karşı koymakta zorluk çekeceğini hissetti. “Lütfen sizinle gelmeme izin verin.”
Ali başı ile onaylayarak isteğine olumlu cevap verdi. “Teşekkür ederim,” dedi Lily Chen. O arada Serkan'ın yüzünde hin bir gülümseme belirdi; Ali o ifadeyi tam yakalamak isterken Serkan'ın yüzüne avukatlara has tepkisiz bir ifade yerleşti.
Beraber yola koyuldular. Taksim'deki barların, restoranların ve otellerin önünden geçerek söz konusu oteli buldular. Ali otelin biraz ilerisinde, bir kaldırım kenarında arabasını park edecek bir yer bulabildi; aradaki mesafeyi yürürken birbirleriyle konuşmadılar. Otelin lobisine girecekleri sırada Ali Lily Chen’i durdurmak için eline dokunarak, “Soruları ben sorayım. Muhtemelen İngilizce biliyorlardır, özellikle resepsiyonda çalışanlar, ama Türkçe konuşursam daha iyi olur. Böylece daha net cevaplar alabiliriz,” dedi. Bunları söyledikten sonra parmaklarının hâlâ onun ellerine temas ettiğini sıkıntıyla fark etti.
Lobi geniş ve havadardı. Siyah deri koltuklar ve sandalyeler samimi bir hava yaratmak için birbirine yakın bir şekilde yerleştirilmişti ancak resepsiyon masası lobideki herkesi görecek konumdaydı. Ali resepsiyondakilerle konuştuktan sonra Lily Chen’in kardeşini bulabileceğine dair güçlü bir hisse kapıldı. Bu hisse kapılmasının sebebi sorumlu yöneticinin kendisine söylediklerinden çok söylemediklerinde, asistanıyla arasındaki o kısa bakışmada saklıydı. Asistan direk Ali'nin ilgisini çekti; o yerde gezinen bakışlarından şu mesajı aldı; sanki söylemek istediği bir şeyler vardı ancak yöneticisi yanında olduğu için susmak zorundaydı. Ali yüzünde buruk bir gülümsemeyle yöneticiye, “Teşekkürler,” dedi. “Buraya gelmiş olabileceğini biz de düşünmemiştik ama bir şansımızı deneyelim dedik.”
“Tabii haklısınız. Hiç önemli değil,” diye karşılık verdi yönetici. “Ama dediğim gibi şu an hiç Çinli misafirimiz yok ve ben burada çalıştığımdan beri de hiç olmadı.”
“Burada uzun zamandır çalışıyor olmalısınız,” diye sordu Ali.
“İki yıldan fazla bir süredir.”
Ali, “Uzun bir süre sayılır,” diyerek başını salladı. Daha sonra Lily Chen'e dönerek İngilizce konuştu: “Üzgünüm ama burada olmadığı kesin.” İç çekerek, “Hadi bir yere gidip diğer seçenekleri konuşalım. St. Antuan Kilisesi yakınlarında bildiğim çok güzel bir kafe var.”
Resepsiyon masasındakilere dönerek tekrar teşekkür etti; bakışlarını asistana dikti ve onun bakışlarını yakalayınca: “Yine de herhangi bir şey duyarsanız lütfen bize bildirin. Onu bulmamıza yardımcı olacak her bilgiyi cömertçe ödüllendireceğiz.”
Lily Chen ile beraber otelden çıktılar ve kafeye doğru yürümeye başladılar.
Sokaktaki masalardan birine otururken, “Birazdan bir konuğumuz olacak,” dedi Ali. “Açıkta duralım ki bizi görebilsin.”
Çayları geldikten kısa bir süre sonra Ali, omzunun üstünden geriye kaçamak bakışlar atarak aceleyle yürüyen asistanı fark etti. Aynı zamanda onları görebilmek için etrafa göz gezdiriyordu. Nerede olduklarını görünce yanlarına doğru hızla yürümeye başladı, Ali'yle göz göze geldiler ve asistan doğrudan kiliseye girdi. Ali Lily Chen'den izin isteyerek masadan kalktı ve asistanın arkasından kiliseye girdi.
Başta onun nerede olduğunu göremedi, Roma Katolik Kilisesi'nin yanan mumlarının ve dua etmek için oturulan sıralarının arasından geçti ve sonunda arka kısımda kendisini bekleyen otel çalışanını buldu. Ali ona yaklaşınca adam kiliseden dışarı çıktı ve Papa heykelinin yanında onu beklemeye başladı. “Merhaba arkadaş,” dedi Ali. “Güzel bir gün ha?”
Resepsiyon asistanı başını salladı ve havayla ilgili duyulması güç bir şeyler mırıldandı. Daha sonra gözlerini Ali'ninkilere dikerek, “Herhangi bir ihbara iyi para vereceğinizi söylerken dürüst müydünüz?” diye sordu.
“Tabii ki. Bu konuda neden yalan söyleyeyim?”
“Çinlilerle mi yoksa aradığınız o Çinli kızla ilgili bilgiyi mi ödüllendireceksiniz?”
“O kızı bulmamızı kolaylaştıracak herhangi bir bilgiyi.”
“Sizin için o kadar önemli yani bu kız?”
“Kardeşi için tabii ki önemli.”
“Ne kadar para vereceksiniz?”
“Öğreneceğimiz şeye bağlı.”
Resepsiyonist gözlerini Ali'den kaçırdı, sanki bir filmdeymiş de peşinde gangsterler ve polisler varmış gibi önce sağa sonra sağa baktı. Ali adamın ne kadar gergin olduğunu görünce gülmemek için kendisini zor tuttu. “Ne biliyorsun arkadaşım?”
“Burada olmaz, burada söyleyemem,” diye fısıldadı adam. “Bu akşam Arap Sokağında buluşalım, gelirken yanında parayı getirmeyi unutma.”
“Önce söyleyeceklerini duyalım, eğer işimize yarar şeylerse parayı vereceğiz.”
“Sana güvenebilir miyim?” Adamın bakışlarında hem şüphe hem de korku vardı.
“Peki, ben sana güvenebilir miyim?” diye karşılık verdi Ali.
Resepsiyonist bir an durakladıktan sonra, “Bu akşam saat on birde sokağın sonunda ol.” Hızla Ali'nin yanından uzaklaştı.
Lily Chen gergin bir halde Ali'yi bekliyordu. Ali masaya oturunca gözlerindeki endişeyi hemen fark etti. “O adam oteldeki resepsiyonist miydi?”
“Evet. Bize yardımcı olabileceğini söyledi.”
“Kız kardeşimin yeri ile ilgili mi?
“Tam olarak kız kardeşiniz ile mi ilgili bilmiyorum ama Çinlilerle ilgili bilgi vereceği kesin.”
“Çinlilerle ilgili mi? Ne söyleyecek acaba?”
“Bilemem. Bu gece onunla Arap Sokağı dediğimiz bir yerde buluşacağız. O zaman öğrenirim.”
“Saat kaçta buluşacağız?”
“Buluşacağız mı?” Ali şaşırmıştı. “Ben buluşmaya beraber gideceğimizi söylemedim ki.”
“Lütfen. Beni de yanınıza almalısınız. O benim tek kardeşim.”
“Bunun iyi bir fikir olduğunu sanmıyorum.”
“Ona güvenmiyor musunuz?”
“Mesele o değil,” dedi Ali, “buralar geceleri çok tehlikeli olabilir.”
“Büyük şehrin nasıl bir yer olduğunu biliyorum,” dedi kadın. Sesinde kendine güven vardı. “Yıllarca Şangay'da yaşadım ve küçük bir kız da sayılmam.”
Ona tekrar dikkatlice baktı Ali. Artıları eksileri kafasında tarttı ancak verdiği kararda mantıktan ziyade onun yanında olması isteği ağır basmıştı. “Tamam. Gelebilirsiniz,” dedi. “Ancak benim sözümden çıkmayacaksınız.”
“Peki,” dedi Lily Chen. “Ne derseniz onu yapacağım.”
Bunun ardından kadının gözlerindeki endişe yavaş yavaş silindi ve bakışları Ali'ye sabitlendi. Neden? Ali bundan emin değildi.
Rum, eski Rus arkadaşı ve bir dönem beraber iş yaptıkları Sergey ile buluşmak için Kadıköy'e inmişti. Sergey zayıf ve uzun boylu, çengel burunlu bir adamdı. Yüzünün sağ tarafında, kirli sakallarının arasından beyaz bir çizgi gibi inen ince bir yara izi vardı. Güldüğü zamanlar ki bu nadiren olurdu, üst iki dişinin altın olduğu görülüyordu.
İkisi vapur iskelesinin etrafındaki banklardan birine oturdu. Ellerinde az önce kayık üzerindeki balıkçılardan aldıkları balık ekmek vardı. Sergey kendisininkini hemen bitirdi; Rum ise ağzındaki lokmaları düşünceli bir halde yavaş yavaş çiğniyordu. Sergey ağzını sildiği kâğıt mendili daha sonra çöpe atmak üzere pantolonunun cebine koyarken, “Şahsen ben hiçbir Çinliye rastlamadım buralarda ama bazı söylentiler yok değil,” dedi.
“Nasıl söylentiler?”
“Buralardan geçip giden Çinli kızlar olduğuna dair söylentiler.”
“Nereye gidiyorlarmış?”
“Buraya, oraya, şuraya... Herhangi bir yere işte.” Omzunu silkti. “Burası İpek Yolu, bilirsin. Her türden baharat hâlâ bu eski yoldan geçip bir yerlere gider.”
“Peki kim geçiriyor onları buradan?”
“Biz değil,” dedi Sergey. Ardından yüzünü ekşiterek, “Belki de Kürtlerdir,” diye devam etti.
“Emin misin?”
İç geçirerek, “Hayır, değilim,” dedi. “Artık eski zamanlardaki gibi kim kimdir nedir bilemiyorsun. Tanımadığım bir sürü isim ve yüz dolanıyor ortalıkta. Her şey değişti kardeşim. Son yıllarda kendimi antika gibi hissediyorum.” Gömleğinin cebinden büzülmüş bir paket çıkardı, içinden bir sigara aldı ve bir tane de Rum'a uzattı. Sessizce Boğaz'da ilerleyen vapurları izleyerek sigaralarını içtiler.
Sessizliği bozan Rum oldu: “Eğer bir şeyler duyarsan bana haber verirsin.” Bu bir soru değildi ve bu yüzden bir cevap duyması gerekmiyordu. İki arkadaş bunu gerektirmeyecek kadar iyi tanıyordu birbirini.
Sergey izmaritini iki parmağının arasından denize doğru fırlatırken “Dikkatli ol kardeşim,” dedi. “Bu yeni insanlara bulaşmak için epey yaşlıyız ikimiz de.” Daha sonra Rum'un gözlerinin içine bakarak, “Sana bir şey olursa bunu kaldıramam,” dedi.
Ayağa kalktılar, öpüştükten sonra bir süre birbirlerine sarılı halde kaldılar. Hayırlısı olsun, diye fısıldadılar. Hayırlısı olsun. Sonra Sergey gitti. Rum karanlık çökünceye kadar denize karşı oturup düşüncelere daldı, kendisini bekleyen İrina ve bir şişe rakıya kavuşmak için banktan kalktı ve evine doğru yürüdü.
Ali, Lily Chen’i Anadolu yakasında kaldığı otelinden almaya giderken Maltepe'deki bu oteli Serkan'ın seçip seçmediğini düşündü. Ne de olsa otel Ali'nin evine çok yakındı ve Ali'nin buraya ulaşması kolaydı. Lily'nin üzerindeki parlak giysi biraz resmiydi, ayrıca topuklu giymişti. Koluna ince bir ceket almıştı, sonbahar olmasına rağmen hava ılıktı. Kadının güzelliği Ali'yi bir kez daha çarpmıştı. Onu seyretmek Ali'nin hoşuna gidiyordu ama bir yandan da onun yerine keşke yaşlı ve şişman bir adama yardım ediyor olsaydım, diye aklından geçirdi. Böylece işine rahatça konsantre olabilirdi. Şimdiyse, Lily Chen arabaya yaklaşırken kalçalarının bir sağa bir sola salınışından, biçimli bacaklarından, arabanın koltuğuna otururken hafifçe sıyrılan eteğinden ve merhaba dediğinde ortaya çıkan parlak gülüşünden dikkatini alamıyordu Ali.
Aslında Ali Amerika'da okulundaki Asyalı kadınlardan hiç etkilenmemişti, tercihi her zaman Şeyda gibi esmer ateşli kadınlardan ya da sarışınlardan yana olmuştu; ama nedense bu kadını, Lily Chen’i, gördüğünde kalp atışlarının hızlanmasına engel olamıyordu. Bu demek oluyordu ki kayıp kardeşi bir an önce bulamazsa kendisini daha kötü bir duruma sokacaktı.
Arabayla yol almaya başladıktan az sonra Lily Chen ona dikkatlice baktı ve “Biraz mutsuz görünüyorsunuz sanki. Bir sorun mu var?” diye sordu.
“Daha sade bir şeyler giyeceğinizi düşünüyordum,” dedi ve bunu söylediğine hemen pişman oldu.
“Daha sade derken?”
“Kimsenin dikkatini üzerimize çekmek istemiyorum, bu yüzden ona uygun giyindim. Ama sizinle kalabalıkta fark edilmememiz neredeyse imkânsız.”
“Özür dilerim,” dedi Lily Chen. “Demek kıyafetimi beğenmediniz.”
Ali aceleyle, “Hayır hayır,” dedi. “Çok beğendim. Çok güzel görünüyorsunuz.” Bunu der demez biraz utandığını hissetti. “Sadece, bu akşam için bu kadar güzel olmasaydınız keşke.”
Lily Chen yüzünde beliren memnuniyet ifadesini zorlukla bastırdı ve camdan dışarı bakmaya başladı. “Moralinizi bozduğum için üzgünüm.”
“Moralimi bozmadınız,” diye düşünmeden karşılık verdi Ali. Sonra bu söylediğinin demek istediği şeyi tam anlatamadığını düşündü, belki de anlatıyordu. Bu belirsizlik daha da fazla sıkıntı verdi Ali'ye.
Şimdi ikisi de konuşmuyordu. Sessizliği bozan tek şey iki farklı kültür, iki insan ve bulundukları yer ile Taksim arasındaki mesafeyi kapatan Kazım Koyuncu şarkılarıydı. Lily Chen’in hemen yanındaki koltukta oturuyor olduğunu düşünmemeye çalıştı. Başını döndüren parfüm kokusunu, bacaklarının şeklini, omuzlarına düşmüş saçlarını, dolgun dudaklarını, kara kara ve derin bakan gözlerini düşünmektense dikkatini müziğe, Kazım Koyuncu'nun güzel sesine, köprü trafiğine, arabanın farının aydınlattığı yolda önüne çıkan şeylere verdi.
Aralarındaki sessizliği nihayet Lily Chen bozdu: “Bu harika bir müzik. Kim bu şarkıcı?”
“Adı Kazım Koyuncu. Karadenizli bir şarkıcıydı. Genç yaşta öldü maalesef.”
“Gerçekten çok dokunaklı bir sesi var,” dedi Lily Chen. “Siz de Karadenizlisiniz değil mi?”
“Evet, Rizeliyim.”
“Buluştuğumuz restoran da en büyük ağabeyinize ait olmalı.”
“Evet, Âkif'in. Ama açmasına hepimiz yardımcı olduk. Bu yüzden adını Kardeşler Restoran koyduk. Tek bir kardeşin restoranı ama aynı zamanda bana ve diğer kardeşlerime de ait bir mekân.”
“Üç kardeşiniz mi var?”
“Evet.” Ardından kendisini ona ailesini anlatırken buldu: Amcası Murat'ın eşiyle restoranda yemekleri yapan Âkif'in eşi, Âkif'in iki oğlu, diğer kardeşleri ve onların çocukları, annesi, Rize'deki çay tarlası, kendisi için çalışan kuzeni Fatih, amcaları, yengeleri, diğer kuzenleri, İstanbul'da ve Rize'de yaşayan uzak akrabalar...
Lily Chen, “Bu kadar geniş bir aileye sahip olmak harika bir şey olmalı,” dedi, “geniş ve bir arada. Benimse sadece bir kız kardeşim var.” Sesi canlılığını yitirmişti, bakışları tekrar camdan dışarı yöneldi. “Sadece bir kız kardeşim.”
Ali onu rahatlatmak için bir şeyler söylemek zorunda olduğunu fark etti, ancak ne diyebileceğini bilmiyordu, sessiz kaldı.
Taksim'e geldiklerinde Ali arabayı Arap Sokağına mümkün olduğunca yakın park etmişti, yine de on dakika kadar yürümeleri gerekti. Ali saatine baktı. On bire on vardı, sokağa girme vakti, diye düşündü. İki yanı restoranlar ve kafelerle çevrili dar sokağın dik yokuşundan aşağı uzun bir yürüyüş yaptılar. Neredeyse bütün restoranlar sokağa menü tabelaları koymuştu, kendilerini içeri davet eden restoran çalışanlarına “merhaba” demekle yetindi Ali. Görüntüler, kokular ve sesler Lily Chen’i yormuştu; ayrıca bu kadar dik bir yokuşu topuklu ayakkabısıyla inmeye çalışmak çok zordu. Sonunda, tam da yokuşun bittiği noktaya gelmek üzerelerken, iki adam önlerini kesti.
Aralarından kısa olanı, “Selamünaleyküm, birine mi bakmıştın kardeş?” diye sordu.
Ali hafifçe yana çekilerek adamlarla arasındaki açıyı değiştirdi, sağ elini yumruk yaptı, sol kolu da herhangi bir saldırıyı engellemek için hazır bekliyordu. “Sadece dolaşıyoruz,” diye cevapladı.
“Buralarda görecek pek bir şey yok kardeş.” Konuşan yine aynı adamdı. Uzun boylu ve iri olan ise kısa adamın arkasındaydı ve konuşulanlara dikkatini vermiyor gibiydi; sanki iki kişi onunla yabancı bir dilde sohbet ediyordu.
“Bizim görmek istediğimiz bir şey yok zaten. Yemeğin üstüne yürüyüş yapıyoruz,” dedi Ali.
“O halde yokuş yukarı yürüyün. Daha çabuk eritirsiniz.” Daha sonra Ali'nin biraz gerisinde duran Lily Chen'e bakarak sırıttı. “Ama ablanın pek bir şey eritmesi gerekmiyor. Baksana maşallahı var,” dedi ve Ali'ye göz kırptı. “Sana pahalıya mal oldu mu kardeş? Yoksa beleşe mi getirdin?”
Ali, Lily Chen Türkçe bilmediği için mutluydu, ama keşke karşısında iki değil de bir adam olsaydı; özellikle şu iri olan ile başa çıkmak zor olabilirdi.
“Dediğim gibi kardeş,” kısa boylu adam yine sırıtıyordu, “burada bu saatte sadece ben ve kardeşim varız. Otellerin de hepsi kapalı, herkes evine gitti.” Bir kez daha göz kırptı. “Anlarsın ya, sizin için de eve gitme zamanı. Hadi!”
“Tavsiyen için teşekkürler.”
“Ne demek kardeş. Bu gece bizdensin, beleş. Bir sonraki sana pahalıya patlar ama.” Daha sonra Lily Chen'e işaret ederek, “Sadece sana değil ona da,” diye ekledi. Şimdi Lily Chen'e İngilizce konuşuyordu: “İş mi arıyorsun tatlım? Benim bahçemde gülüm olmak ister misin?” Eliyle Lily Chen’in yanaklarını okşadı ve, “Fazladan para kazanmak ister misin gülüm benim?”dedi.
Lily Chen kaskatı kesildi, bakışlarına korku yerleşti. Ali adamın elini iterek “Yeter, kardeş. Bir daha ona dokunma!” dedi.
Uzun olanı, bunun üzerine, bir adım öne çıktı, ama kısa olan sırıtmaya devam ederek onu durdurmak için elini yana doğru uzattı. Kahkaha atarak, “Pekâlâ kardeş, öyle olsun. Ama yerinde olsam arkama bakmadan eve giderdim. Kardeşim çok çabuk sinirlenir ve onu ancak bu kadar kontrol edebilirim. Canının yanmasını istemezsin, değil mi? Ya da kız arkadaşının canının yanmasını, ha?”
“Peki,” dedi Ali, boğazının bir anda kuruduğunu hissetti. Ama adamın gözlerinin içine dik dik bakıyordu. “Anladım.”
“Hadi, kardeşim ve ben fikrimizi değiştirmeden kaybolun buradan.”
Ali kafa salladı, bir adım geri çekilerek Lily Chen'e fısıldadı: “Hadi yukarı yürüyelim.”
Lily Chen şaşırmış bir şekilde ona baktı, ama eğer Ali'nin dediğini yaparsa güvende olacağını seziyordu. Yokuşu tırmanmak inmekten çok daha uzun sürüyordu, her ikisi de takip edilip edilmediklerini öğrenmek için bile dönüp arkasına bakmadı. Yokuşun başına geldiklerinde Ali aşağı baktı; karanlık dışında hiçbir şey gözükmüyordu. Lily Chen’in elini tuttu, tek kelime etmeden onu arabaya bindirdi. Zaten söylenecek pek bir şey de yoktu. Arabaya biner binmez Lily Chen Ali'ye sımsıkı sarıldı. Titriyordu, kalbi o kadar hızlı atıyordu ki Ali'nin bunu hissetmemesi mümkün değildi. “O adamlar...” diyebildi, ama gerisini getiremedi. Uzun bir süre Ali'ye sıkıca sarılmaya devam etti. Evet, uzun bir süre, gece boyunca...
DÖRT
Ali sabaha doğru uyandığında içinde bulunduğu odanın tuhaflığı dikkatinden kaçmadı. Günün ilk ışıklarının sızdığı perdeler kendi penceresindekilerden çok farklıydı, uyuduğu yatak her zamankinden daha genişti ve yanında yabancı bir beden uzanıyordu; bu çıplak bedenin yumuşaklığı nedense oldukça tanıdıktı. Dokunmasıyla beraber Lily Ali'ye yüzünü döndü ve başı usulca göğsüne kaydı. Bacağını Ali'nin bacağının üzerine koydu, göğsündeki tüylerle oynamaya başladı, sonra başını hafifçe kaldırdı, dudaklarını Ali'nin dudaklarına gömerek onu öpmeye başladı. Gece bitmiş, yeni bir gün başlamıştı. Ali yaşadıkları üzerine fazla düşünmemeye karar verdi; bu yeni günün tadını çıkarmak istiyordu.
Rum gece boyunca hiç uyuyamamıştı; sessizce nargile içtiği odasında kafasını meşgul eden düşüncelerin ağırlığından kurtulmak için bir büyük bitirmişti. Görmesi gereken insanlarla geçmişte yaşadıkları aklına geldi. Çok kan dökülmüştü, karşılıklı borçlanılmış ve borçlar ödenmişti, yeri gelmiş çıkarlar çatışmış, karşılıklı kin beslenmiş velhasıl uzun süredir ihmal edilen ilişkilerde geriye kalan şey biraz sevgi biraz da nefret olmuştu. Hâlâ bazı bağlantıları olsa da, bazılarıyla ara sıra iş yapmaya devam etse de bu âlemden elini ayağını çekeli çok olmuştu ve bir zamanlar bir daha yüzlerini görmemek için ant içtiği insanları şimdi görmek zorundaydı.
Kabuk tutmuş birçok yarayı kaşımak gerekecekti, İrina'yla yıllardır huzur içinde yaşadığı yeni hayatı, bir daha geri dönülmeyecek şekilde bozulabilirdi. İrina'nın da bunun farkında olduğunu biliyordu Rum, ama yine de tek kelime konuşulmamıştı bu konuda. Bunu konuşmamış olmalarının iyiye mi yoksa kötüye mi işaret olduğunu bilmiyordu, hiçbir şeyden korkusu yoktu ama İrina'sız bir hayatı hayal bile edemiyordu. Hayatın önüne koyduğu tüm güçlüklerle bir şekilde baş edebilirdi, fakat son aşkıyla kurduğu bu sıcak yuvanın dağılmasını kaldıramazdı. Yine de, ne olursa olsun, çok değer verdiği bir aile kendisinden yardım istemişti ve buna kayıtsız kalamazdı. Herkesin, dost bilinenlerin bile, birbirini gözünü kırpmadan harcadığı gölgeler dünyasına yeniden adım atacaktı.
Bu yüzden, her ne kadar yatağına ve kendisini bekleyen sıcaklığa dönmeyi arzulasa da başının üstünde duman ve boğazında yanan ateş ile koltuğunda oturmayı tercih etti; bir zamanlar sahip olduğu sert ve acımasız kişiliğin tekrar su yüzüne çıkmasını bekledi.
Lily, Ali'ye kahvaltı hazırlamak istiyordu. “Çok iyi bir aşçıyımdır,” dedi. “Ama maalesef bu otel odasında mutfak yok.”
Ali güldü, kahvaltı için Lily'den daha güzel bir şey olamayacağını düşündü ama bunu dile getirmedi. İşlerin bu kadar hızlı gelişmesine şaşırmıştı; nasıl da dün geceki küçücük bir tehlike onu, yani kurtarıcısını, yatağına alacak kadar korkutmuştu Lily’i. Bu kurtarıcılık rolünü oynamak nasıl da hoşuna gitmişti Ali'nin, hele de Lily gibi bir kadın için.
“Dün gece çok korkmuştum, ama şimdi yanımdasın ve kendimi çok güvende hissediyorum.”
Bunu söyledikten sonra Ali'nin kollarına girip hayat hikâyesini anlatmaya koyuldu: “Kız kardeşimle aramda on dört yaş var. Kaza sonucu dünyaya gelmiş bir bebek kendisi, onun beklenmedik bir şekilde aileye katılması hem annemle babamdan hem de benden aşırı ilgi görmesine neden oldu. Annem ve babam yıllar önce bir trafik kazasında öldükten sonra da kardeşimin tüm sorumluluğu bana kaldı. Onu her zaman hem kardeşim hem de kızımmış gibi düşündüm.”
Lily bunları söyledikten sonra sessizliğe gömüldü. Ali, onun uykuya dalmış olabileceğini düşündü, ancak göğsündeki ıslaklığı hissedince ağladığını fark etti. Başını okşamaya başladı, parmakları saçlarının arasında yavaşça dolaşırken, Lily'nin önce iç çekişleri durdu sonra da nefes alış verişleri daha yavaş ve derin olmaya başladı. Uyumuştu. Ali, yatakta uzandığı pozisyonu değiştirmeden öylece uzandı. Düşüncelere daldı. Bu kadın ile arasında güçlü bir bağ olduğunu hissetti; bundan böyle onu korumakla kalmayacak kardeşini bulmak için elinden geleni yapacaktı. Lily'e daha sıkı sarıldı ve kısa bir süre sonra uykuya daldı.
Rum'un Tarlabaşı'na gidip Kürtlerle görüşmesi gerekiyordu. Onlarla ilişkisi hep inişli çıkışlı olmuştu. Her yaptıkları işe karşılıklı bir güvensizlik hissi hâkimdi. Yine de Kürtler arasında soru soracağı doğru kişiyi bulabilirse dürüst bir cevap alacağından emindi. Rum'un Ruslarla işbirliği yaptığından hep şüphelenmiş olsalar da, Kürtlerden bazıları onu iyi tanıyordu ve onun önüne gelen her Rus ile iş yapmayacağını biliyordu. Hatta birkaç Rus öldürdüğünü bilenler, ne müttefik ne de rakip olan bir kişiye gösterdikleri türden bir saygı duyuyorlardı Rum'a.
Emre kısa boylu, ama sırım gibi bir gençti. Dudakları sürekli bir şey söyleyecekmiş gibi aralık, bakışlarıysa yöneldiği her şeyi yakacak gibi keskin ve sertti. Rum ile konuşurken gözlerinde, saygıdan ötürü, güneş gözlüğü vardı. Rum'un bir zamanlar iflasın eşiğinde olan babasını kurtardığını biliyor, bu yüzden ona hep “dayı” diye hitap ediyordu. Bu yüzden Rum onun mekânına girdiğinde, Emre hemen ayağa kalkmış, güneş gözlüğünü takmıştı; onun ile konuşurken bakışlarında istemeden de olsa saygısızlık işareti taşıyacak herhangi bir şeyin belirmesini, dolayısıyla yanlış anlaşılmayı istemiyordu.
Ellerindeki iskambil kağıtlarına sigara dumanları arasından şüpheli gözlerle bakan adamları oyunlarıyla baş başa bırakarak arka odaya çekildiler.
“Dayı, uzun zamandır ortalarda yoksun,” dedi Emre. Gençten bir çırak çaylarını getirmişti bile.
“İşten elimi ayağımı çektim,” dedi Rum. “Sadece bir iyiliğe ihtiyacım var.”
“Yardımımız dokunabilir mi sana dayı?”
Rum, “Emin değilim,” dedi ve çayına uzandı. “Ama senin dokunmasa da en azından beni doğru kişilere yönlendirirsen sevinirim.”
“Sana elimden geldiği en iyi şekilde yardım etmek isterim dayı. Bundan hiç şüphen olmasın.”
Rum kafasını salladı, çayından bir yudum daha aldı, sözüne devam etmek için Emre'nin çayını karıştırıp kaşığı çay altlığına koymasını bekledi. “Çinli bir kızı arıyorum,” dedi. “İpek Yolu üzerinden buraya iş için getirilmiş bir kız.”
“Çinli mi?,” diye sordu Emre. “Kadın işinde olan insanları bilirim. Rus ve Doğu Avrupalı kızları satarlar. Çinli getirenini hiç duymadım.”
“Kürtlerin Çinli kadın sattığını duydum.”
“Kim dedi bunu dayı?” Gözlüğünün arkasındaki gözleri ateş parçası olmuştu ama direkt Rum'a bakmaktansa bakışlarını yere çevirdi. “Bunu Ruslar söylemiş olabilir mi?”
“Evet,” dedi Rum.
“Yalan söylüyorlar.”
“Güvenilir Ruslardan duydum.”
“O halde hata yapıyorlar.” Emre, çayına üfledikten sonra bir yudum aldı.
“Senin bilmediğin Kürtler yapıyor olabilir mi bu işi?”
Emre sandalyesinin arkasına yaslandı ve düşünceli bir halde bardağa baktı; gören olsa sorunun cevabını orada aradığını düşünebilirdi. Bir süre sessiz kaldı, sonra omuzlarını silkerek, “Olabilir,” dedi. “Piyasadaki her Kürdü tanımıyorum, ama bildiğim tek şey Çinlilerle bizim işimizin olmadığı. Araplar tamam. Oraya dışarıdan kadın götürürüz, ama hiçbir Çinliyle iş yapmadık bugüne kadar.” Gülümsemeye çalışarak Rum'un yüzüne baktı. “Dayı, ben sorup soruşturacağım senin için ama bence Ruslardan başkası yapmıyordur bu işi. Bu tam onlara göre bir iş. Ne de olsa Çinlilerle uzun yıllara yayılan bir geçmişleri var, değil mi?”
“Belki de benim kaynağımı yanlış bilgilendirmişlerdir,” diye karşılık verdi Rum.
Emre, “Belki de Selamsız'dakileri görmen lazım dayı,” dedi. Doğrudan isim vermiş olmasa da Rum'un kimleri kastettiğini anlayacağını biliyordu. Ve o kişilerin bahsi ne zaman geçse Rum'un yüzüne aynı tatsız ifade otururdu; şimdi de öyle olmuş, Emre buna hiç şaşırmamıştı. “Ben burada üzerime düşeni yapacağım.”
“Teşekkürler,” dedi Rum ve çayının geri kalanını koca bir yudumda bitirdi. “Soracaklarım bu kadar.”
Ali otele bu kez yalnız gitmeye karar verdi ve Lily'nin ona katılmak istememesine şaşırmadı. Bir süre dinlenip kendisini toparlaması gerekir, diye düşündü. Ali odadan çıkmadan önce Lily omzuna sıkıca sarıldı ve Ali daha gitmeden dönmenin hayalini kurmaya başladı. Lily, “Çok gecikme lütfen,” diye Ali'nin kulağına fısıldadı. “Şimdiden seni özledim.”
Köprüyü geçmek neredeyse bir saatini almıştı, Taksim'e ulaşması da bir o kadar sürdü. Trafik sinirini bozmuştu, ama asıl sinir bozucu olayı otele gittiğinde öğrendi:
“O artık burada çalışmıyor,” dedi yeni resepsiyonist.
“Ama daha dün buradaydı,” diye karşılık verdi Ali.
“Eee ne olmuş? Dün dündür bugün bugün.”
“Peki ya yönetici? O ne zaman gelir?”
“O da burada çalışmıyor artık. Resepsiyonun yeni yöneticisi benim.”
“Tüm bunlar bir günde mi gerçekleşti?”
“Hepsi bugün oldu.”
“Bana onlara ulaşabileceğim bir adres verebilir misiniz? Dün konuştuğumuz bir iş hakkında onlarla görüşmem gerek.”
“Üzgünüm, nerede yaşadıklarına dair bir kayıt yok elimizde.”
“Peki isimleri neydi?”
“Üzgünüm, kimse onların adını bilmiyor.”
Ali inanmayan gözlerle ona baktı. İşbirliğinden kaçınan insanlarla uğraşmak zorunda kaldığı zamanlar daha önce de olmuştu, özellikle devlet dairelerinin bürokratik karmaşasında, ama böylesine cüretkar bir yalanın arkasında çok farklı bir kibir yatıyor olmalıydı. Resepsiyon masasının üstünden şu gıcık herifin suratının ortasına bir yumruk patlatmak istiyordu ama bunun hiçbir fayda getirmeyeceğinin farkındaydı. Onun yerine öne doğru uzandı ve, “Kiminle uğraştığının farkında değilsin galiba kardeş,” dedi.
“Belki de bunun farkında olmayan sensindir.” Arkasından gelen bu ses çok tanıdıktı. Ali geriye dönünce dün gece önlerini kesen iki adamı buldu karşısında. Kısa boylu olanı sırıtmaya başladı ve dalga geçercesine, “Yanılıyor muyum?” diye sordu. Yeni resepsiyon yöneticisine döndü ve, “Seni rahatsız mı ediyor bu?” dedi.
Yönetici cevap vermek yerine, “Yapmam gereken işler var,” dedi.
“İstersen, bu adamın hemen icabına bakalım.” Bu arada uzun boylu ve iri olanı Ali'nin yanına gelmiş kolunu Ali'nin omzuna koymuştu, onu sıkıca tutuyordu. Ali omzunu silkerek bu adamdan kurtulmak istedi, ama bu hareket adamın onu daha da sıkı kavramasından başka bir işe yaramadı.
“Zaten kendisi de şimdi buradan gitmek üzere,” dedi yönetici.
“Gidiyor musun kardeşim?” diye sordu kısa olan.
“Evet,” diyerek kafa salladı Ali.
“Yolunu bulabilir misin tek başına?” Kısa adamın dudaklarındaki sırıtış büyüyerek yüzüne yayılıyordu.
“Evet,” dedi Ali.
“Ve tüm sorularının cevabını aldın. Bir daha buralara gelmezsin artık, değil mi güzel kardeşim.”
“Hayır.” Uzun ve iri yarı olanı omzunu sıktıkça, Ali'nin dişleri acıdan birbirine geçecekti sanki.
“O zaman hadi bakalım, yolcu yolunda gerek,” dedi kısa boylu olanı ve iri yarı arkadaşına başıyla işaret ederek, “Hadi selametle,” diye ekledi.
Ali kafasını salladı, ön kapıya doğru ağır ağır yürüyerek arkasına bakmadan oradan uzaklaştı.
Rum, Nataşa kelimesinin fahişe ile eş anlamlı olduğu Selamsız'daydı. Aklına bu sokaklara düşmüş İrina gelince içini bir hüzün kapladı ancak yapmak zorunda olduğu işi zora sokacak duygusallıktan kaçınmalıydı. Burada görmesi gereken bazı Ruslar vardı, onları görme fikrinden haz etmiyordu; tabii Ruslar da kendisi için aynı şeyi düşünüyordu. Aralarında kan dökülmüştü ve üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen, duygularda herhangi bir değişiklik yoktu.
Rusların takıldığı mekânı bulmakta güçlük çekmedi, karşılaştığı manzara yıllar öncesiyle aynıydı: karanlık, duman altı bir mekân, siyah ceketli, kravatsız, boyunlarına altın zincir takmış, gömleklerinin üstten üç düğmesi açık ve ellerindeki kağıtların dışındaki her şeye kayıtsız bir tavır takınmış bir grup adam. O içeri girince kafalar kendisine döndü ve mekânı ölüm sessizliği kapladı. Hepsinin yüzünde boş bir ifade vardı; Rum onlara daha yakından bakabilse gözlerindeki nefret pırıltısını yakalayabilirdi. Bunun yerine, ön masalardan birinde oturan, otuzlarındaki genç bir adamın gözlerine bakmayı tercih etti. O gözler boş bakmıyordu ve Rum aradan geçen onca yılın iki tarafın da kalbindeki lekeleri silemediğinin farkındaydı.
“Bakın hele şu gelene,” dedi genç adam. “Senin için ne yapabiliriz babalık? Kendi yaşıtın bir kız arkadaş mı istiyorsun yoksa?”
“İvan'ı arıyorum,” dedi Rum.
“Olaylardan uzak kalmışsın babalık,” diye gülerek yanıt verdi genç adam. “İvan burada değil. O bir ölü artık.” Ardından sırıtarak, “Tıpkı senin de olman gerektiği gibi,” diye ekledi.
Şimdi sırıtma sırası Rum'daydı: “Herhalde yerine ufak bir çocuk bırakmadı.” Etrafa şöyle bir göz gezdirince mekândaki yüzlerin neredeyse hepsinin genç olduğunu fark etti. “Kim bu...” bir sonraki kelimeyi söylemeden önce dişlerini sıktı, “mekânın sahibi?”
“Ben ufak bir çocuk değilim babalık,” dedi ayaktaki genç adam.
“Ben de babalık değilim,” diye karşılık verdi Rum. “Şimdi, sabrımı taşırıp sana büyüklerine karşı nasıl davranman gerektiğini öğretmeden söyle bakalım; buranın sorumlusu kim?”
“Nasıl davranacağımı senden mi öğreneceğim?” Genç adam yumruklarını sıktı ve sinirli bir halde Rum'un üzerine doğru yürümeye başladı.
Ama üç adım atmıştı ki köşeden bir ses yükseldi: “Buranın sorumlusu benim, dayı. Vitali hadi yerine geç sen.”
Rum sesin geldiği yöne bakınca Vitali’den daha büyük bir adam gördü, yüzü pek tanıdıktı; konuşmadan önce dinlemeyi bilen ve Rum'u daha Vitali doğmadan önce tanıyan bir adam.
“Evet,” dedi Andrey, “buraya gelme sebebin nedir dayı? Yoksa geçerken bir çayımızı mı içmek istedin?”
“Bir şeyler soracaktım, ama bir bardak çaya hayır demem.”
“O zaman buyur, şöyle otur dayı. Tam sana göre bir yerim var.” Tam karşılarındaki duvara dayalı duran sandalyeyi kast ediyordu. “Burası sana uyar, değil mi?”
Rum başıyla onayladı, köşeye doğru yürüdü, Vitali'nin önünden geçerken ona bakmamaya dikkat etti. Sandalyesine yerleştikten sonra Andrey salona dönerek, “Vitali, koş dayıya bir çay getir,” diye bağırdı.
“Neden ben getirecekmişim?” Vitali'nin gözleri yerinden fırlayacak gibiydi.
“Neden sen getirmeyecekmişsin?” diye cevapladı Andrey. Bakışları, ona karşı koyma niyetindeki herhangi bir adamın kanını dondurabilirdi. Vitali sandalyesini hınçla geri iterek ayağa kalktı ve çay getirmek için arka odaya yöneldi. Andrey, Rum'a gülümsedi, Vitali'nin duyacağı şekilde, “Bir bardak da ben içeyim,” dedi.
Çayı beklerken yüzlerinde ve gözlerinde hafif bir gülümsemeyle birbirlerine baktılar. Çaylar gelir gelmez bir yudum aldılar, bardağın verdiği sıcaklığı hafifletmek için parmaklarını birbirine sürttükten sonra birkaç yudum daha aldılar. Rum, aradan geçen onca yılda Andrey’in gözle görülür bir şekilde yaşlanmış olduğunu fark etti. Hâlâ yakışıklı görünüyordu, ama gözleri sanki kafatasının içine doğru biraz gömülmüş ve yüzündeki çizgiler artmıştı. Vücudu hâlâ kaslı ve sağlamdı, ancak omuzları hafif çökmüştü. Amcasından bu işi devralmanın getirdiği yükten olsa gerek, diye düşündü Rum. Belli ki Andrey, bir yandan işleriyle ilgilenirken öte yandan kendisini ihmal etmeyen, rahat karakterli İvan gibi değildi. Omuzlarındaki yükün ağırlığı amcasında olduğundan daha çok göze çarpıyordu.
Sonunda söze başlayan Andrey oldu: “Evet dayı, sana nasıl yardımcı olabiliriz?”
“Çinli bir kızı arıyorum,” dedi Rum.
“Hmm...” dedi Andrey kaşlarını kaldırarak, “Kişisel bir şey mi?”
“Hayır, bir arkadaşım için arıyorum,” diye cevapladı Rum. “Onu bulmaya çalışıyor. Başvurduğu işten farklı bir işte çalıştırıldığını düşünüyoruz.”
“Birçok kızın içine düştüğü bir durum bu.”
“Çinlilerle kim iş yapıyor, bunu bilmek istiyorum. Herhangi bir şey biliyor musun bu konuda?”
Hayır dercesine kafasını salladı. “Hayır, dayı. Bizim uzmanlık alanımız nataşalar ve Doğu Avrupalılar. Türk müşterilerimiz arasında bu iki grup oldukça popüler, çeşitliliğe gitmenin kârımızı arttıracağını sanmıyorum.”
“Bu yakadaki bazılarının senden farklı düşünüyor olabileceğini duydum.”
“Kimden duydun bunu dayı?” Bakışları, Rum'un gözlerinde sabitlenmişti. “Kürt dostlarımız olabilir mi bu bilgiyi veren? Onların bizim hakkımızda söylediklerine inanmıyorsun herhalde?”
“Herkes aynı şeyleri söyleyip duruyor,” dedi Rum. “Ve hepsi de kendi dışındakileri işaret ediyor.”
“O halde, birileri yalan söylüyor dayı.” İvan gülümsüyordu. “Kim acaba?”
“Bilmiyorum,” dedi Rum, “ama öğreneceğim.”
“Sana bol şans dilerim dayı. Ama sana bir tavsiyede bulunmak isterim. Buna ihtiyacın yoktur senin ama yine de söyleyeceğim.” Gülüşünde içten bir ifade vardı. “Nerede, ne soracağına dikkat et. Burada insanlar yaptıkları iş konusunda çok hassastır.”
Rum kafasını salladı, çayını bitirdi ve boş bardağı dikkatlice altlığına yerleştirdi. “Çay ve misafirperverliğiniz için teşekkürler.”
“Ne zaman istersen davetlimizsin dayı. Raconu bilen bir eski tüfek görmek çok güzel.”
Rum ayağa kalktı, arkasını dönerek yavaşça çıkışa doğru yürümeye başladı. Vitali'nin yanından geçerken genç Rus, Rum'un duyacağı şekilde, “İrina'ya söyle, hâlâ çalışmak istiyorsa, ona hemen iş ayarlayabilirim,” dedi. Bunu Rusça söylemişti, Rum'un Rusça bildiğini biliyor, ama bilmiyormuş gibi yapmasını ümit ediyordu.
Rum durdu, onun yüzüne baktı, yüzünde yarım bir gülümsemeyle duymamış gibi kafasını hafifçe yana eğerek, “Duyamadım,” dedi.
Vitali bir kahkaha koyverdi, ona diğerleri de katıldı. Andrey taş kesilmişti, yerinden hareket edemiyordu. “Neyin var babalık? Sağır mı oldun?” diye cevap verdi Vitali.
Rum Vitali'ye bir adım daha yaklaştı, onu daha iyi duymak istermiş gibi sağ elini kulağına götürdü, üzerine doğru eğildi ve, “Duyamadım,” diye tekrarladı.
Vitali tam ayağa kalkıp Rum'un kulağına bağırmak üzereydi ki Rum sağ ayağı üzerinde dönerek sol ayağıyla midesine bir tekme indirdi, Vitali iki büklüm olmuşken sol eliyle saçlarından tuttu ve kendisine doğru kaldırdı, yüzünü kendine çevirdi ve bir anda sağ elinde nereden geldiği belli olmayan bir bıçak belirdi. Bıçağı Vitali'nin boğazına dayadı. Masadakilerden bazıları ayağa kalkmıştı ki Rum'un sözlerini işitince geri oturdular: “Bir kişi bile yaklaşırsa, boğazını keserim bu herifin!”
Herkes donup kalmıştı, Andrey dışında. Rusça, “Tamam, dediğini yapın” dedi.
Daha sonra Rum, Vitali'nin kulağına yaklaşarak fısıldadı: “Duyamadım. Bana bir şey mi dedin?”
Vitali, “Hayır,” diye mırıldandı.
“Hiçbir şey?” diye sordu Rum. “Bana hiçbir şey demedin, öyle mi?”
“Evet,” dedi Vitali. “Hiçbir şey demedim.”
“Güzel,” dedi Rum. “Bana asla bir şey deme sakın, tamam mı?” Daha sonra bıçağını indirdi ve Vitali'yi itekledi. “Bana bir şey söylemek isteyen başka biri var mı?”
Andrey kahkaha attı ve ayağa kalktı. “Demek istediğin anlaşıldı dayı. Burada kimsenin sana söyleyecek bir şeyi yok.” Ve takdir edercesine kafasını salladı: “Raconu bilen bir eski tüfek görmek ne kadar güzel!”
Ve Rum içeri nasıl girdiyse dışarı da öyle çıktı; sakin, kendinden emin ve asil bir şekilde.
Harry
Night & Day
Rizzo's World
Wooing Wu
Sample Chapter
of Other Books